16 Ocak 2014 Perşembe

Ilımlı Kemalizm


Bu topraklarda binlerce yıldır hüküm sürmüş, değişen şartlara kendini uyarlamada ustalaşmış ve iki büyük imparatorluk kurarken, iki de yüksek medeniyetin çöküşünü iz-lemiş olan Kadim Devlet Aklı [1], bugünlerde yine oldukça uyumsal bir dönüşüm yaşıyor. Özellikle başbakanın şahsı üzerinden bir süredir kendini belli eden bu başkalaşım, Gezi direnişi ve yolsuzluk davaları karşısında alınan ortak tavırla iyice belirginleşti.

Bu çapta büyük bir dönüşüm, Cumhuriyet kurulurken yaşanmıştı en son. Belki de bu iki dönüşüm arasındaki benzerlik ve farklılıklara odaklanmak, yakın geleceğimizle ilgili bazı ipuçları yakalamamızı sağlayabilir.

***


Geçmiş dönüşümün merkezinde önce anayasal bir düzene kavuşmayı, sonra da Osmanlı Sarayı’nın iktidarını denetlemeyi hedefleyerek yola çıkan “İttihat ve Terakakki Cemiyeti” (ya da güncel bir çeviri ile “Birlik ve İlerleme Partisi”) vardı. Mevcut dönüşümün merkezinde ise önce demokratikleşmeyi ve darbe anayasasını değiştirmeyi, sonra da askeri vesayeti kaldırmayı hedefleyerek yola çıkan “Adalet ve Kalkınma Partisi” var.

İki dönüşüm arasındaki ilk önemli benzerlik, merkezlerindeki parti isimlerinin ve hedeflerinin yakın çağrışımlarından ziyade, bu partilerin yaklaşık 10’ar yıllık siyasi iktidarları boyunca zenginler profilinin hızla el değiş(tiril)miş olması.

O zamana kadar çoğunlukla Osmanlı’nın gayri-Müslim milletlerinde birikmiş olan sermaye, İTC hükümetteyken hile ve zor yoluyla Milli’leştirilmişti. İttihat (birlik) tasavvurları sadece Türkleri kapsadığı için, terakki (ilerleme) de sadece Türkler için olmuştu. AKP hükümetteyken ise hile ve yolsuzluk yoluyla Beyaz Türkler’inkine alternatif Müslüman bir sermaye oluşturuldu. Adalet tasavvurları sadece Müslümanları kapsadığı için, kalkınma da sadece Müslümanlar için oldu.

Dönüşümler arası ikinci benzerlik, haksız bir şekilde elde edinilen zenginlikler tehlikeye girdiğinde, durumun bir “vatan – millet meselesi” haline ge(tiril)miş olması.

I. Dünya Savaşı’nın galipleri, İTC üyelerinin yargılanmasını ve gasp edilen gayri-Müslim mülklerinin iadesini talep etmişti. Bunun üzerine, iktidarı boyunca Batı yanlısı olan İTC, Batı’yı düşmanlaştırıp, “milli mücadele” ve “ulusal egemenlik” bayraklarına sarılmıştı. Hem de I. Dünya Savaşı’ndakinden çok daha sıkı... Onların bu motivasyonu olmasa, Kuva-yi Milliye birlikleri bu kadar düzenli örgütlenir ve Kurtuluş Savaşı bu kadar cana başla verilir miydi ya da verilmese halk için ne fark ederdi, Allah bilir [2].

Bugünün taze zenginlerini telaşlandıran ise Batı’nın bizzat kendisi değil, geliştirdiği modern hukuk anlayışıydı. Gündemdeki yolsuzluk davaları ile 10 senelik birikimler, daha doğrusu ganimetler tehlikeye girince, Batı’nın en yakın dostları, onu düşmanlaştırıp, “milli mücadele” ve “ulusal egemenlik” bayraklarına sarıldı. Hem de şimdiye dek hiç olmadığı kadar sıkı... Her türlü eleştiri ve muhalefet yine vatan hainliği ile suçlandı. Yeni bir devlet kurulmuyor olsa da, devlet kurumları yeniden yapılandırıldı. Ve halk yine onlara inandı, “çalıyorlarsa çalışıyorlar, soyuyorlarsa beni soyuyorlar, sana ne!” dedi.

Üçüncü benzerlik de oldukça manidar: gönüllü sürgündeki etkin fikir önderlerinin gözden düş(ürül)müş olması.

İttihatçıların hem Batı karşısında aklanması, hem de Devlet Aklı’na daha derinden eklemlenip, onu dönüştürebilmesi için ödemesi gereken bedeller küçük olmamıştı. İlk bedel, Üç Paşalar İktidarı’nın en önemli ismi, Turancılığın lideri İsmail Enver olmuştu. SSCB’den dönmesi birilerince engellenirken, Türkiye’de sürekli karalanmış ve en büyük vatan haini ilan edilmişti. Planlandığı önceden öğrenilen işgallere karşı savunmasız kalmamak için hile ile de olsa Almanları ittifaka ikna etmesi, savaşa girme sebebi kabul edilmişti. Daha sonra Milli Mücadele’nin lokomotifi olacak olan en önemli askeri birliği, 9. Kolordu’yu, etkin cephelerde harcamaması çılgınlık olarak anılmıştı. Bir Sovyet memuru olarak gönderildiği Orta Asya’da Kızıl Ordu’ya karşı Türkleri ayaklandırırken can vermesi bile bunu değiştirmemişti.

Bu sefer seçilen kurban ise Nurcu Cemaatinin yaşayan en önemli ismi, Hizmet Hareketi’nin lideri Fethullah Gülen oldu. ABD’den dönmesi birilerince engellenirken, Türkiye’de sürekli karalanmaya ve en büyük vatan haini ilan edilmeye başlandı. Planlandığı önceden öğrenilen darbelere karşı savunmasız kalmamak için yasal olmayan yollarla da olsa delilleri açığa çıkarttırması, birdenbire milli orduya kumpas kabul edildi. Şimdiye kadar askeri vesayetle mücadelenin lokomotifi olan devlet içi örgütlenmesi, “Paralel Devlet” diye anılıp, teker teker ayıklandı.

Ele almak istediğim son benzerlik de – ki en önemlisi bu – yükselen bir lider karizması etrafında saflar yeniden belirlenirken, Devlet Aklı’nın kendini zamanın şartlarına uyarlayarak yeniden üret(tir)miş olması.

İttihatçıların ödemesi gereken ikinci bedel Atatürk’e biat olmuştu. I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasına (hem halka, hem de Batı’ya) kendini gösterme fırsatı bulan Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın gölgesinden çıkartılıp, yeni devlette Kurucu İrade’nin başına geçirilmişti. Kendinden beklendiği gibi saltanatı kaldırarak Osmanlı Sarayı’nı iktidar oyunun dışına itmiş ama bunun için ona verilen güçle yoldaşı Eski İttihatçılara da aman vermemişti. O “Tek Adam”laştıkça, diğerlerine sadece iki seçenek kalmıştı: ya Kemalizm’e devşirilmek, ya da diğer muhaliflerle beraber zorla susturulmak. Sözünden sual olunmaz padişahlık şahsında yeniden can bulmuş, yargı ve ordunun ebedi bekçiliğine intikal etmişti.

28 Şubat Darbesi sırasında ve sonrasında (hem halka, hem de Batı’ya) kendini gösterme fırsatı bulan Recep Tayyip Erdoğan da Milli Görüşçü hocası Necmettin Erbakan’ın gölgesinden çıkartılıp, Ilımlı İslam Hareketi’nin başına geçirilmişti. Kendinden beklendiği gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’ni iktidar oyunun dışına itti ama bunun için ona verilen güçle yoldaşı Nurculara ve Eski Milli Görüşçülere de aman vermemeye başladı. O “Tek Adam”laştıkça, diğerlerine sadece iki seçenek kaldı: ya devşirilerek Usta’ya biat etmek, ya da diğer muhaliflerle beraber hileyle susturulmak. Halk için en hayırlısının halkın kendisinden daha iyi bilineceği hastalığı şahsında yeniden can buldu, yargı tekrar yürütmeye bağlandı, ordu tekrar etkin siyaset yapar oldu.

***


Şimdi sıra, biraz da farklılıkları vurgulamaya geldi. İlk bariz farklılık, dönüşümleri yönlendiren etmenlerin doğasına dair.

Bir önceki dönüşümün baskın sürücü kuvveti, ülkenin içinde bulunduğu dış dinamiklermiş: batılılaşma ve sekülerleşme hedefi, dünya savaşı, işgal ortamı, barış süreci, soykırım suçlamaları, bazı komşuların Komünist olması,, vb. Devlet Aklı, kendini Kapitalist bir dünyaya adapte etmeye çalışırken Kemalizm’e varmış. Mevcut dönüşümün baskın sürücü kuvveti ise Türkiye’nin sahip olduğu iç dinamiklerdi: demokratikleşme ve dindarlaşma hedefi, iç savaş, darbe ortamı, barış süreci, bazı Müslümanların anti-Kapitalist olması, yolsuzluk suçlamaları,, vb. Bu kez Devlet Aklı, neo-Liberal bir Kapitalizm’le uyuşmaya çalışarak doğru yol aldı.

Dönüşümler arası farklılıklardan ikincisi ise merkezlerinin doğası ile ilgili.

İTC tekdüze ve yekpare bir örgütlenmeymiş. AKP ise çift merkezli bir yapılanma içindeydi. Bir tarafta devlet içinde yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi seçen Milli Görüşçü siyaset anlayışı, diğer tarafta devlet içinde aşağıdan yukarıya örgütlenmeyi seçen Nurcu cemaat yaklaşımı vardı. Biri milli eğitimi yeniden programlamayı denerken, diğeri özel dershaneler ile kendini üretiyordu.  Biri Orta Doğu’ya yine hükmetmeyi arzularken, diğeri Batı ile iyi ilişkileri sürdürmek istiyordu. 28 Şubat’ın ardından aralarındaki sınırlar ne kadar bulanıklaşmış olsa da, sis bulutları yavaşça dağıldı ve merkezler arası bir bunalım başladı.

Değineceğim en önemli farklık da Kadim Devlet Aklı’nın değişmezlerinden olan “Devlet’in Bekası” anlayışındaki insanın doğasında ve devletin sınırında.

Milliyetçilik akımları ile dünya imparatorluklarının küçük küçük devlet(çik)lere bölündüğü 20. yy başlarında, İTC’nin Türklük üzerine kurulmuş olan programı, Devlet Aklı’nın insan anlayışını çok milletli [3] tebaadan ulusal nüfusa evriltmişti. Gayri-Müslim tebaa gözden çıkartılmış, Müslümanlar ise önce (Sünni – Hanefi/Maturidi itikatta) tek-tipleştirilmeye, sonra da Türkleştirilmeye çalışılmıştı. Bu bağlamda, Misak-ı Milli sınırları da Türkleştirilmesi mümkün olmayan Araplar dışında kalan tüm eski Müslüman tebaayı kapsayacak kadar daraltılmıştı. Bu sınırlar dahilinde de Kürtler hariç tüm Müslüman halklar üzerinde başarı sağlanmıştı.

Kürselleşme ile uluslararası birliklerin kurulduğu 21. yy başlarındaysa, AKP’nin Müslümanlık üzerine kurulmuş olan programı, Devlet Aklı’nın insan anlayışını ulusal nüfustan tek milletli [3] tebaaya doğru yönlendirdi. Kürt nüfusu Türkleştirme programı terk edildi. Önce onlar üzerinden bölgedeki diğer Müslüman Kürtlere, sonra da tüm Müslümanlara ulaşma hedefi güdülmeye başlandı. Bu bağlamda, İttihad-ı İslam’ı sağlamak adına daha geniş sınırlara göz dikildi. Sınırlar dahilindeyse Sünni – Hanefi/Maturidi itikattan uzaklaşmış her bireyi tekrar dindarlaştıracak programlar planlandı.

***


İpucu yakalamayı başkalarına bırakıp [4], ben mevcut dönüşümün ismini koymakla yetineceğim: “Ilımlı Kemalizm”. Dönüşümlerin arasındaki benzerlikler “Kemalizm” ismini, farklılıklar ise “Ilımlı” sıfatını çağrıştırdı bende. Acaba 2023'te birileri gerçekten bu isimlendirmeyi kullanacak mı, kim bilir. Yeterince yaşarsak göreceğiz...

[1] Bizans (Doğu Roma) ve Osmanlı İmparatorlukları ile Antik Yunan ve Ortaçağ İslam Medeniyetlerinden bahsediyorum.

[2] Bazen iyi ve kötü arasına onlarca kılcal damar örerek karmaşıklaşıyor hayat. Böyle zamanlarda ne yaşananları, ne de yaşanmayanları hakkıyla çözümlemek ve onlarla ilgili kesin yargılara varmak mümkün olmuyor. Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği Türkiye hayali ile Ali Kemal’in gerçekleştiremediği Türkiye hayali de aslında işte böyle..

[3] Millet kelimesinin son yüzyıla kadar hakim olan anlamına, dine işaret ediyorum.

[4] Bu arada, son resmin anlamını belirginleştirmek adına: söz ve görüntülere eş-zamanlı dikkat edin aşağıda


iZ-LeYiCiLeR